Sağlık Politikaları ve Reformları: Türkiye Örneği – Büşra ARSLAN

Günümüz dünyasında, sağlık alanındaki temel problemlerin bulaşıcı hastalıklardan giderek yaşlanma, kronik hastalıklar gibi sürekli ve ciddi maliyet yaratan yöne doğru bir değişimi söz konusu. Buna ek olarak yeni tedavi yöntemleri ile ileri teknoloji gibi gelişmeler, küresel çapta reform çalışmalarına zemin hazırlamakta.

Bu reform girişimlerinin hemen hepsinde, bir yandan dünyanın daimi derdi olan sağlık hizmetine erişimde eşitliğin sağlanmaya çalışıldığını, diğer yandan sağlık alanında giderek artan harcamaların kontrol altına alınmasını kolaylaştırabilmek için ve genellikle sağlıkta özel sektörün payının artmasıyla neticelenen düzenlemelerin yapıldığını görüyoruz.

Kitabın içeriğinde bu süreçlerin izahı ile beraber Türkiye, Doğu-Güney Avrupa ve Yunanistan’a ait reformlara da genişçe yer verilmiş. Ben Türkiye toplumunun önemli bir kesiminin, sağlık hizmetlerindeki değişimi devletin bir lütfu olarak algılayışını ve çoğunluğa hakim yoğun memnuniyet halini de anlamlandırabilmek adına Türkiye’deki son 20 yıllık süreçten söz etmeyi gerekli görüyorum.

2003 yılından önce Türkiye sağlık sisteminde üç ayrı sağlık sigorta fonu bulunmaktaydı:

1- Kamu ve özel sektördeki mavi yakalı işçiler için Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK).

2- Esnaf, sanatkarlar ve diğer bağımsız çalışanlar için BAĞ-KUR. 3- Devlet memurları için Emekli Sandığı.

Bu haliyle kamu kuruluşlarına-eczanelere erişim hakkının ve ödeme mekanizmalarının toplumun her kesimi için farklı olması ve bir dizi karmaşık sözleşmeye dayanması, hastaların sırf hizmete haklarının olduğunu ispat etmek için bile oldukça enerji harcamalarını, çoğunlukla taahhüt edilen hizmete erişemeyecekleri halde cepten ek ödemeler yapmalarını gerektiriyordu. Sağlık hizmetlerini finanse eden ve sunan kamu kurumlarının çeşitliliği, kapsamda boşluklar doğurduğu için de sağlık sigortası bulunmayan ihtiyaç sahibi insanlara sağlık yardımı sağlamayı hedefleyen ve hükumet tarafından finanse edilmekte olan “Yeşil Kart” uygulaması vardı. Buna rağmen sigortasız kesimin hala ciddi büyüklükte oluşu, ülkenin coğrafi bölgeleri arasında hizmete erişimde eşitsizlikler gibi pek çok başka aksaklık vardı.

2003’te, neoliberal politikaların dünyayı sürüklediği açmaz karşısında iktisatçıların dahi gelir dağılımının bozulmasından yakındığı, IMF’in radikal ekonomi önerilerini yumuşatmak durumunda kaldığı, Dünya Bankası’nın kendini sosyal politikalar çerçevesinde tanımlamaya başladığı mevcut küresel bağla-mı doğru okuyan ve lehine değerlendiren AKP hükumeti, Sağlıkta Dönüşüm Programı(SDP)’nı açıkladı. Programın içeriğinde; sağlık hizmetine erişim & hizmet kalitesindeki eşitsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla tüm farklı sağlık sigortalarının tek çatı altında toplanması (Genel Sağlık Sigortası), aile hekimliği uygulaması, performansa dayalı ek ödemeler gibi düzenlemeler bulunuyordu. Sağlıkta Dönüşüm Programı reform tartışmalarına katılan çoğu kişi tarafından Türkiye’nin ihtiyacı olan hemen her şeyin gündeme getirilmesi sebebiyle olumlu karşılandı.

Ancak 2003’ten bu yana yapılan düzenli değerlendirmelere göre, belirli konularda hızla yol alınmasına ve toplum memnuniyeti de buna paralel artma-sına rağmen, Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında bulunduğu halde ba-şarıya ulaşamamış bazı hedefler ve süreç içerisinde gelişen başka problemler mevcut. Bu yazının sınırları sebebiyle yüzeysel kalmaması mümkün olmayacak ama birkaçına yer verebiliriz.

– Türkiye’nin ihtiyacın en yoğun olduğu güneyindeki ve doğusundaki sağlık personeli sayısında önemli bir yükseliş olmasına rağmen, bebek ölüm oranı ile he-kimlerin yoğunluğu arasında bir uyumsuzluk var ve bu bakıma erişim ile bakım ihtiyacı arasında ters ilişkiye işaret ediyor.

– Performansa dayalı ödemelerin başlatılmasıyla “hekim üretkenliğinde(?)” büyük artışlar meydana geldiğini söyleyen veriler var, ancak bunun tanı-tedavi sürecinin niteliğine ne tür zararlar verdiği pek öncelikli bir mesele değil gibi görünüyor.

-Hastalar aile hekimliği hizmetlerinden genel anlamda memnun ancak belli basamaklardaki yığılmayı hafifleteceği öngörülen sevk sistemi pek işler durumda değil. Hastalar genelde ilaç yazdırma-rapor alma gibi işler için birinci basamak hizmetlerini kullanırken, başka sağlık problemleri yaşadıklarında durumun ciddiyetine kendileri karar verip doğrudan üst basamaklara yöneliyorlar. Ayrıca hekime gereksiz müracaat sayısını azaltmayı amaçlayan katkı payı uygulaması, hastaların katkı payı alınmayan acil servisleri poliklinik gibi kullanması ve oradaki iş yükünü artırmasıyla sonuçlanıyor.

– Türkiye’de kişi başına düşen hekim ve özellikle hemşire sayısının ye-tersiz olduğu düşünülüyor; ancak yine ekonomik kaygılar sebebiyle uzun vade-de, doktor sayısının gerektiği şekilde artırılmasından sonra tıp fakültelerinin verdiği mezunların sayısını azaltmak ve akabinde “kontrol altında tutmanın” önemli hale geleceği öngörülüyor. Bu dengeyi sağlama gayreti ileride tıp fakültesi mezunlarını da “atama bekleyenler” güruhuna dahil eder mi, göreceğiz.

Küreselleşmenin belki de kaçınılmaz bir sonucu olarak birbirinden çok farklı sosyoekonomik yapılardaki toplumların aynı politikaları giyinmek durumunda kaldığı, yaygın biçimde benimsenen bu politikalara güvenin kaynağının “test edilip onaylanmışlık” olmadığı bir düzlemdeyiz esasen. Bağımsız olanları varsa da Türkiye’deki sistemin eksikliklerin bir kısmı doğrudan bu düzlemin sonucu. Bu yönüyle iyileşmeler için umutlanırken karamsarlığa düşmek bazen kaçınılmaz olabiliyor. Bunun doğurduğu aksamalar zincirine acemi ve tampon hamlelerle karşı konulmaya çalışıldığı dünya pratiğinde Türkiye’den sisteme dahil olan bir öğrenci olarak ben, şimdilik sorun tespiti yapmaktan öteye geçemeyişimizin de farkındayım; fakat ilgilenmenin, irdelemenin, kafa yormanın kıymetine ve bizi daha iyi bir noktaya taşıyacak her çözülmenin ancak bu şekilde sağlanabileceğine inanıyorum.

Bu yazı Hayye: Mahalli Hareket tarafından yayımlanan 2015-2016 dönemi kitap okumalarının yer aldığı kitapçıktan alınmıştır.

Bir yanıt yazın